Fatih Akın Sineması

Fatih Akın Sineması

Fatih Akın sineması dediğimizde yönetmeni eldeki mevcut kategorilerle bir insan ve bir yönetmen olarak sınıflandırmak çok zor bir iş. Çünkü en başta yönetmen kendini bu tip sınıflandırmaların dışında tutuyor. Filmlerini ve anlattığı hikayeleri anlamak için Akın’ın hayatı hakkında da bilgi sahibi olmak gerekmektedir. Diaspora sinemasının yönetmenlerinin de kendi hayatlarından bolca referans kullandıkları gerçeğinden hareketle, yönetmenin kendi ağzından kimliği, hayatı ve sinemasını oluşturan yapı taşlarına yer verilecektir. Genç yaşta Avrupa sineması için yeni ve canlı bir soluk olarak kabul edilen yönetmen kimdir aslında?

Fatih Akın’ın Geçmişi

Bir işçi ailesinin ikinci çocuğu olarak 1973 yılında Hamburg’da doğan Fatih Akın, çocuklarını sıkmayan mutlu bir aile ortamında yetişmiştir. Küçüklüğünden itibaren hafta sonları ya da tatillerde, fabrikada babasının yanında çalışan, daha büyüyünce barlarda bardak toplayan, sinemada popcorn satan Fatih Akın, giderek sinemaya ilgi duymaya başlar. Bunda büyümeye başladığı 1980’li yıllarda videonun yayılmasıyla ailesi “sıla hasretini” videodan izledikleri Türk filmleriyle gidermeye başlamıştır… İlk gençlik yıllarında sinemaya düşkündür ama oyuncu olarak. Yine de küçüklüğünden beri yazdığı hikayelere lise son sınıfta iki de senaryo ekler. Bu senaryoları daha sonra Kısa ve Acısız ve Temmuzda adıyla filme çekecektir.

19 yaşında profesyonel oyuncu olarak tiyatrodan ilk parasını kazanır. Hamburg Thalia Tiyatrosu’nun deneysel sahnesinde oynayan, televizyoncular tarafından keşfedilip dizilerde rol almaya başlayan Fatih, bu arada filmlerinde rastlanacak hikayeleri yaşamaktadır.

zor günler…

16 yaşındayken bir çeteye takılır. Bazen “düşman” çete laf attığında, bazen Dazlaklar’a karşı, toplanıp dövüşlere gider. Hatta Dazlaklar yüzünden hapse de girer. Sonra çete olaylarına uyuşturucu karışınca çeteyi bırakır ve çok dost kaybeder. Kısa ve Acısız’da bu yaşananlara benzer çok olay vardır. 12 yaşında Alman bir kıza aşık olmuş, Türk olduğu için reddedilmiştir. Bir gün Dazlaklar onu trenden atmaya kalkmıştır. Hatta Alman arkadaşlarının evine gittiğinde, onlarla aynı masada yemek yemesi hoş görülmediğinden, yemek saatinde oradan ayrılmak zorunda kalmıştır. Ancak bütün bu yaşananların onda eziklik ya da kompleks yaratmadığını düşünür.

Kendini Hamburg toplumunun, kendi mahallesi Altona’nın bir parçası olarak görür. Nitekim orada okula gitmiştir ve yalnız değildir, bir sürü yabancı vardır ve bunu hep zenginlik olarak görmüştür. Akın bunu şöyle ifade eder. “Eğer küçük yaşlardan itibaren farklı ülkelerden insanlarla birlikte olursan, herkesten daha çok şey öğrenirsin tabii. Filmlerimde göçmenlik durumu sadece bir fon. Sadece bunun olduğu filmler de yapıldı, mesela 40 Metrekare Almanya. Ama o benden önceki dönem. Hâlâ acı hikayeler vardır ama ben kişisel hayatımdan şeyler vermeyi tercih ettim.”

Ancak ısrarla da sadece göçmen ya da sadece Türk olmadığının altını çizer. Ne de olsa kim olduğunu veya olmadığını en çok kendisi bilebilir. “Kendimi bazen Alman, bazen ise Türk gibi hissediyorum. Ama bu benim için hiçbir zaman dezavantaj olmadı. Beni engellemek yerine daha da yaratıcı yaptı.”

Hall’un melezlerde bulduğu güçlü yaratıcılığı Akın kendinde böyle ifade eder. “Biz iki kültür arasındaki köprüler gibiyiz. Batı ile Doğu’yu birleştiriyoruz ve iki kültürden de besleniyoruz.”

Ayşe Arman Röportajı

Ayşe Arman’la yaptığı röportajda mentalite olarak Alman mı yoksa Türk mü olduğu sorusuna şöyle yanıt verir:

“Bazen öyle, bazen böyle. Türküm çünkü çok sinirliyim. Hani Türkler girişirler dövüşürler ya; sakin değil onlar hep bir ‘temper’ ve ‘agresyon’ var. Bu mesela bana çok yakın ve tanıdık geliyor. Ama Almanlara benzeyen özelliklerim de var. Orada doğdum büyüdüm, bütün eğitimimi orada tamamladım. Almanca konuşuyorum. Aklımdan geçen lisan Almanca, rüyamda geçen dil Almanca, Almanca küfrediyor, Almanca sevişiyorum. Abi resmen Almanım ben!……Yeni Almanlarız biz. Bir Alman ne zaman Alman oluyor? Sarışın ve mavi gözlü olunca mı? İlla böyle mi olman gerekiyor? Ben milliyetlere inanmıyorum. Bence çok eski bir fikir bu.”

Post-modern dünyada sınırların anlamsızlığı ve melezliğin kültürel olarak sağladığı olanakların zenginliğini bizzat yaşayan yönetmenin yalın cümleleri, bu doğrultuda savunulan kuramsal tezleri destekler niteliktedir. Kimliği hakkındaki son yorumu bunu en iyi bilecek olan kişiye bırakılarak sinemasına geçilecektir:

“Bir milliyeti kabul etmek, birini desteklemek benim tarzım değil. Ben ilk önce ‘Türküm’ ya da ‘Almanım’ demem. Öncelikle insanım derim. Kişileri önce insanlıklarıyla değerlendiririm, benimsedikleri kültürlerle değil.”

Yönetmenin yorumu kendine karşı olan tutumun ne olmasını istediğini gösterir niteliktedir; nereden geldiğiyle değil, sanatıyla ve insanlığıyla değerlendirilmek.

Fatih Akın Sineması

Görüldüğü gibi Türk asıllı olmanın getirdiği birtakım sıkıntılar yüzünden yönetmenin pek de sıradan sayılabilecek bir hayatı olmamıştır. Hamburg’un barları, gece kulüpleri, kahveleri, kumarhaneleri ile dolu yer altı dünyasını daha küçükken keşfetmiş; yaşadıklarıyla şiddet, sevgi ve nefreti erken yaşlarda öğrenmiştir. Yaşamın bütün zıtlıklarını aşırı uçlarda yaşayarak öğrendiği söylenebilir. Bu durum Akın’ın dört filminde de seks, özlem, şiddet, öfke, ihanet, tutku, acı, korku ve kanın harmanı olarak karşımıza çıkar. Akın’ın deyişiyle, “benim filmlerimde ne kadar sıcaklık, yakınlık, sevgi hissediyorsan onun kadar gölgesini de yani şiddeti de görüyorsun.”

Bunların birleşiminde ise Akın’ın filmlerinde özgürlüğüne düşkün, yaşama delice bağlı ve mutluluğu arayan karakterler çıkar karşımıza. Tıpkı onun da düşmanlık karşısında yılmayıp hayata dört elle sarılması gibi. Bir bakıma geldiği yerin gerçeğini yalın bir dille filmlerine yansıtır. Fatih Akın sineması konusunda filmlerindeki bu tipleri Almanya sokaklarında ikinci veya üçüncü nesil yabancı asıllı gençler arasında görmek olasıdır. Bir tarafta ailelerin getirdiği sıkı gelenekler, öte yanda Alman toplumunun dışlama çabaları gençleri haklı bir öfkeye sürükler. Filmlerinde yalnızca Türk asıllılar değil, Yunan, İtalyan ve Yugoslav asıllılar, bir başka deyişle Alman toplumunun Güney Avrupalı “ötekiler”i de yer alır. Bu da bize yaşadığı çok kültürlü ortamı filmlerine yansıttığını gösterir. Güçlü filmler ortaya çıkarmasının nedeni, tanıdığı ve bildiği şeyleri anlatmasından ve sosyal gerçekleri gözlemleyerek, bunları hikaye etmesinden kaynaklanmaktadır.

Fatih Akın sineması olarak yaptığı filmleri göçmen sineması olarak tanımlayanlara şu cevabı veriyor:

“Ben böyle bir ortamda doğup, büyüdüğüme göre filmlerimin de böyle bir ortamdan beslenmesi gayet doğal. Dünya üzerinde yaşayan insanların yarısı kendi ülkelerinde yaşamıyor. Bu insanların kendi durumlarını anlatan filmler yapması kadar doğal bir şey yok. Buna artık göçmen sineması demek doğru olmaz, bu artık dünya sineması olarak tanımlanıyor.”

Duvara Karşı Filminin Hikayesi

Bol ödüllü Duvara Karşı filmi de yine kendi hayatında yaşadığı iki olaya dayanır. Bu olaylardan ilki, Dalaman ve Mican’la olan söyleşisinde yer alır. 1992 yılında tutucu bir ailesi olan bir kız arkadaşı (sevgilisi değil) kendisine sahte evlilik teklif etmiştir. Arkadaşı gerçekten karı koca olmayacaklarını sadece evlilik oyunu oynayıp, ailesi evlerine geldiğinde rol yapacakları söylemiştir. Akın zamanında gülüp geçtiği bu teklifi yıllar sonra filminde kullanmıştır. Bu olayın ardından yaşadığı başka bir olay da filmin konusunu yavaş yavaş şekillendirmiştir. 16 yaşındaki bir kız arkadaşının, Alman sevgilisini ailesinin reddetmesi nedeniyle intihar etmesi Akın’ı derinden etkilemiştir. Kısa ve Acısız’ın senaryosu da gençlik yıllarında çete arkadaşı Sırp asıllı bir arkadaşının başını Arnavut mafyasıyla belaya sokması ve canını kurtarmak için eski Yugoslavya’ya kaçmasından esinlenerek yazmıştır.

Son derece öznel bir Fatih Akın sineması vardır, ancak bununla birlikte evrensel bir dil oluşturmayı da başarmıştır. Duvara Karşı’nın Sırbistan’dan Japonya’ya kadar 35 ülkeye satılması bunun en güzel örneğidir. Fatih Akın sineması “underground” ve “protest” olarak tanımlayan yönetmen bunun nedenlerini de şöyle açıklar; “Çünkü ana akım sinemada daha ticari olmanız gerekiyor böyle bir baskı oluyor, serbest ve özgür değilsin. Oysa ben aynı zamanda bir sanatçı olarak kalmak istiyorum. Sinema tabii ki ticari bir iş ama ben yıllar içinde sanatçı kimliğimi koruyarak filmler yapmayı öğrendim.”

Corazon International günleri

Bağımsızlık adına yapım şirketi Corazon International’ı kurmuştur, şirketin ilk filmi Duvara Karşı’dır ve ortak yapım Avrupa filmleri çekmek istemektedir. Özetlemek gerekirse sanat kaygısı güden, bağımsız, öznel, evrensel, çok kültürlü, zıt kutuplu, özgün ve yaratıcı bir Fatih Akın sineması vardır.

Ancak bir kısım Almanların bu görüşleri paylaşmadığı da bir gerçektir. Akın’ın özellikle Duvara Karşı’dan sonra gündeme oturmasıyla hakkındaki tartışmalar da alevlenmiştir. Duvara Karşı’nın Altın Ayı aldığı ödül töreninde kendisini Türk yönetmen olarak adlandıran Alman basınına dönerek, “silin bu kalıpları, önyargıları artık kafanızdan… Siz kabul etseniz de etmeseniz de biz Almanız. Ben Alman bir yönetmenim. Alışın artık buna”  diyerek tepkisini dile getirmiştir. Burada bizden kastettikleri içinde filmin başrol oyuncusu Sibel Kekilli de vardır. Özellikle Kekilli’nin hakkında Alman basınında yer alan, onun ve filmin başarısını gölgelemeye çalışan haberler, sinema yazılarının önüne geçerek magazinsel boyuta kaymıştır.

Alman gazetesi Bild’de çıkan ve Kekilli’yi hedef alan haberlerin filmin asıl boyutunun ört bas edilmesi amacını taşıdığı açıktır. Filme olan önyargılar sadece basınla sınırlı da kalmamıştır. Ogan Güner Duvara Karşı için hazırlanan Berlinale tanıtım kataloğundaki tanıtım yazısında Sibel karakteri anlatılırken kurulan cümlenin önyargılı tavrın somut bir örneği olduğunun altını çizer:“ Sibel normal bir Müslüman gibi yaşayamayacak kadar hayatı sevmektedir.” Bu tanımın film içinde karşılığını bulmak mümkün değildir. Önyargılı tavırlar ödülden sonra da sürmüştür, Dorsay Akın’ın haklı öfkesini şöyle aktarır:

Filmin ödül almasından sonra düzenlenen basın toplantısında bir gazetecinin Akın’a neden hiç Almanların öykülerini anlatmadığı sorusunu yöneltmesi üzerine Akın öfkeleniyor: ‘Ben zaten Almanları anlatıyorum. Bizler burda doğduk, Alman vatandaşıyız. Ama bizleri hâlâ misafir işçi olarak görenler var. Bu ve benzeri deyişleri kabul etmiyorum ve protesto ediyorum’ diye cevap verir… Akın Almanlara kızıyor, onların her şeyi kategorize etmeye meraklı olduğunu, sol entelektüellerinde bile ırksal önyargıların olduğunu söylüyor. Kendisinin hem Alman, hem Türk olduğunu, ama Almanların bunu kabul edemediklerini belirtiyor.

Fatih Akın Kısa Filmleri

Fatih Akın sineması konusunda Akın yönetmenliğe kısa filmlerle başlamıştır ve ilk iki filmi bu türe girer; Du Bist Es! (Sensin, 1995) ve Getürkt (Ot, 1996). Bu filmleri uzun kurmaca olan Kurz Und Schmerzlos (Kısa ve Acısız, 1998) ve Im Juli (Temmuzda, 2000) takip eder. Ardından tüm akrabalarıyla çektiği belgesel gelir, Denk Ich an Deutschland: Wir Haben Vergessen Zurückzukehren (2001). Belgeseli takiben uzun kurmaca filmleri Solino (2002) ve Gegen Die Wand’ı (Duvara Karşı, 2004) çeken yönetmen, bu filmin ardından Lars von Trier projesi olan Visions of Europe (2004) filmine “Die Bösen Alten Lieder” adlı kısa filmiyle Almanya’yı temsilen katılır.

Ardından bir müzik belgeseli olan Crossing the Bridge: The Sound of İstanbul’u (Köprüyü Geçmek: İstanbul Hatırası, 2005) yönetir. Yönettiği son film ise bu yıl içinde gösterime gireceği ilan edilen uzun metrajlı filmi Soul Kitchen (2006) olup, Yunan bir restoran sahibinin etrafında gelişen olayları anlatır; Almanya’nın en önemli kadın oyuncularından Hanna Schygulla filmde başrol oynamaktadır.

Fatih Akın sineması konusunda filmlerinin senaryosu genellikle kendine aitken bu kuralı ilk defa Solino ve son olarak da Soul Kitchen filmlerinde bozmuştur. Yönetmenin bu konudaki görüşleri ise, “ben bu kuralımı sanırım birkaç kez daha bozarım. Bana göre kendi yazdığınız bir senaryoda kendinizi ifade ediyorsunuz, başka bir senaryoyu filme çektiğinizde bu bir yorum oluyor. Burada önemli olan ise bu yorumlamayı ifadeye dökmektir. Bu çok ilginç bir deneyim.” Yönetmen filmlerini yazmakla kalmaz, yapımcılık ve oyunculuk yaparak da filmlerine katkıda bulunur. Yanısıra filmlerinin anlatısına büyük katkı sağlayan müzik üzerinde de söz sahibidir.

Fatih Akın Filmleri

Kurz Und Schmerzlos (Kısa ve Acısız, 1998)

Film Hamburg’da yaşayan ve bir şekilde suç dünyasının içine girmiş Türk, Sırp ve Yunan asıllı üç yakın arkadaşın öyküsünü anlatır. Cebrail (Mehmet Kurtuluş), Almanya’da yaşayan ve cezaevinden yeni çıkmış Türk asıllı bir Almandır. Hapishane onun için dayanılması zor ancak öğretici bir tecrübe olmuştur. Kararı kesindir; her türlü yasadışı işten uzak duracaktır ve ilk fırsatta Türkiye’ye taşınacaktır. Cebrail’in yakın arkadaşları da kendisi gibi göçmen ailelerin çocuklarıdır. Yunan asıllı Costa (Adam Bousdouko) hırsızlığı meslek edinmiştir ve Cebrail’in kızkardeşi Ceyda’nın (İdil Üner) sevgilisidir. Sırp asıllı Bobby (Aleksander Jovanovic) ise gözünü uyuşturucu ve silah gibi çok daha ciddi işlere dikmiştir.

Fim boyunca Bobby’nin sevgilisi Alice (Regula Grauwiller) ile yakınlaşan Cebrail, Bobby’nin kıskançlığıyla karşılaşır ve arkadaşlıkları çatırdamaya başlar. Bobby Arnavut mafyasıyla çalışmaya başlar, ancak bir gece kendisine verilen görevi başaramaz. Mafya Bobby ve ona yardım eden Costa’nın peşine düşer. Bobby, mafya lideri tarafından öldürülünce, Cebrail ve Costa onun intikamını almak için ayrı ayrı harekete geçerler. Ancak Costa da mafya lideri tarafından öldürülür. Cebrail bir daha suç işlememeye karar vermesine rağmen, Alice’le birlikte olmasının verdiği suçluluk duygusunun da etkisiyle iki arkadaşını öldüren mafya liderini öldürür.

Im Juli (Temmuzda, 2000)

Daniel (Moritz Bleibtreu), kendi küçük dünyasında hemen hemen hiç kimse tarafından ciddiye alınmayan yalnız ve genç bir öğretmendir. Daniel’ in kötü talihi Juli (Christiane Paul) ile tanışınca değişecektir. Juli aşık olduğu Daniel’e üzerinde güneş olan bir yüzük satar ve çok kısa sürede hayatına güneş gibi doğacak biriyle tanışacağını söyler. Ancak işler Juli’nin planladığı gibi gitmez ve Daniel İstanbul’a giden Melek’e (İdil Üner) aşık olur. Melek’in peşinden gerçek aşkı bulmak için İstanbul’a gitmeye karar veren Daniel, arabasına bir otostopçu alır. Bu ise Juli’den başkası değildir.

Tesadüflerin kaderi biçimlendirdiğini düşünen Juli, ilk duran arabaya binip kaderinin götürdüğü yere gitmeye kararlıdır. Ve kader Juli ve Daniel’e eğlenceli ve aşk dolu bir yolculuk çizmiştir. Ancak yolda aksilikler peşlerini bırakmaz, arabaları bozulur, birbirlerini kaybederler. Daniel bu sefer kendi otostop çekerek İsa’nın (Mehmet Kurtuluş) arabasına biner ve İstanbul’un yolunu tutar. Bilmediği ise İsa’nın kaçak olarak Almanya’da bulunan amcasının ölmesi üzerine, cesedi bagajında Türkiye’ye götürdüğü ve Melek’in sevgilisi olduğudur. Film Ortaköy’de Daniel’in Julie’ye olan aşkının farkına varmasıyla mutlu bir biçimde sonlanır.

Solino (2002)

Film 1964 yılında başlar, 1974 ve 1984 yıllarına sarkarak bir İtalyan ailenin dramını gözler önüne serer. Romano Amato (Christian Tasche) ve karısı Rosa (Antonella Attini) iki oğulları Gigi (Barnaby Metschurat) ve Giancarlo (Moritz Bleibtreu) ile birlikte bir gün İtalya, Solino’daki evlerinden Almanya’ya göç etmeye karar verirler. Madende çalışmak istemeyen Romano karısının desteğiyle Almanya’nın Ruhr bölgesindeki Duisburg’un gelişmekte olan tekdüze endüstriyel kesiminde mahallenin ilk pizzacısını açar. Daha duygusal ve canayakın olan Gigi’nin yaşamını sinema tutkusu şekillendirirken, çıkarcı ve yalan söylemeye eğilimli Giancarlo’nun hayatını da kardeşiyle her konuda yarışma tutkusu yönlendirir.

Bu arada, işini büyüttükçe değerlerini yitiren Romano’nun tavrı, aile bağlarının yavaş yavaş çözülmesine yol açacaktır. Çocuklar Almanya’ya uyum sağlayıp, içine girdikleri yeni sosyal ortamda buldukları özgürlüğün tadını çıkarırlar, müzik ve uyuşturucuyla tanışırlar, anneleri Rosa ise ülkesini özlemektedir. Birer yetişkin olduklarında aynı kıza aşık olan kardeşler arasındaki yarış, daha önce olmadığı kadar acımasız bir boyut alır, kızgınlıkla ilişkilerini koparmalarının ardından Gigi babası tarafından bir Almanla aldatılan ve aynı zamanda lösemiye yakalanan annesiyle Solino’ya döner ve kendine yeni bir hayat kurar. On yıl sonra iki kardeş bir araya gelir ve aralarındaki ilişki yeniden kurulur.

Gegen Die Wand (Duvara Karşı, 2004)

Cahit (Birol Üner) 30’larının sonunda, çok sevdiği karısının ölümünden sonra bunalıma girmiş ve hayattan vazgeçmiş, uyuşturucu ve aşırı alkol kullanan biridir. Bir gece yarısı bilerek arabasını son sürat duvara karşı sürer ve şans eseri hayatta kalır. Kaldırıldığı rehabilitasyon merkezinde genç Sibel (Sibel Kekilli) ile tanışır. Sibel, ailesinin baskılarından bunalmıştır ve bileklerini keserek intihara teşebbüsten dolayı aynı merkezdedir. Sibel ailesinin baskısından kurtulmak için Cahit’e anlaşmalı evlilik teklifinde bulunur. Böylelikle ailesinin baskısından kurtulacak ve istediği özgür hayatı yaşayabilecektir. Cahit ilk önce bu teklife sinirlense de daha sonra evlilik oyununu kabul eder.

Evlendikten sonra farklı hayatlar yaşayan ev arkadaşı olurlar ama Sibel’in ailesini de evliliğin gerçek olduğuna inandırmayı başarırlar. Sibel Maren’in (Catrin Striebeck) kuaför salonunda çalışmaya başlar. Maren Cahit’in arasıra cinsel ilişki yaşadığı bir arkadaşıdır. Ancak zamanla Cahit Sibel’e aşık olur ve genç kız elde ettiği özgürlüğü korumak pahasına Cahit’i geri çevirir. Fakat Sibel’in de aynı duygular için de olduğunu fark etmesiyle ikilinin içinde bulunduğu durum tamamen değişir. Olaylar Cahit’in kıskançlık yüzünden cinayet işlemesi ve cezaevine girmesi, Sibel’in de aile korkusundan İstanbul’a kuzeni Selma’nın (Meltem Cumbul) yanına yerleşmesiyle devam eder. Yıllar sonra cezası biten Cahit, Sibel’i bulmaya İstanbul’a gelir ama Sibel’in hayatı çok değişmiştir. Artık hayatında başka birisi ve bir kızı vardır. Bu trajik ve imkansız aşk öyküsü Cahit’in memleketi Mersin’e tek başına yaptığı yolculukla son bulur.

Crossing the Bridge: The Sound of İstanbul (Köprüyü Geçmek: İstanbul Hatırası, 2005)

Bu belgeselde Akın Türkiye’nin farklı seslerini ve bu seslerin hikayelerini bir araya getirerek bir anlamda Türkiye’nin çok sesliliğine vurgu yapar. Film sadece müzik değil, muhteşem İstanbul görüntüleri ve fotoğraflarıyla da görsel bir şölendir. Filmde yer alan İstanbul’un sesleri; Baba Zula, Orient Expressions DJ’leri, Duman, Replikas, Erkin Koray, Ceza, İstanbul Style Breakers, Mercan Dede, Aynur, Selim Sesler, Brenna MacGrimmon, Siyasiyabend, Orhan Gencebay, Müzeyyen Senar ve Sezen Aksu’dan oluşur ve bizi rock müzikten etnik müziğe, Türk sanat müziğinden rap müziğe, arabeskten dans müziğine, poptan alternatife kadar uzanan uzun bir yolculuğa çıkarır.

Çekimler de yine müzikal zenginliğe yaraşır şekilde birbirinden değişik ve ilginç mekanlarda yapılmıştır; Boğaz Köprüsü, Kadıköy’de bir dövme atölyesi, tarihi bir hamam, Büyük Londra Oteli, Babylon ve Mojo gibi rock barlar, Crystal ve Park Orman gibi klüpler, Rock’n Coke Müzik Festivali ve sanatçıların evleri gibi. Bu görsel ve işitsel olarak son derece doyurucu olan belgeselde bize Duvara Karşı’nın da müziklerini yapan Alman müzisyen Alexander Hacke eşlik eder, hatta sırf bize değil sanatçılara da eşlik etmekten geri kalmaz. Belgeselde bir anlamda müzik yoluyla köprünün üstünde Doğu ve Batı birleşir.

Fatih Akın Filmlerinin Anlatısal Özellikleri

Fatih Akın sineması kurucu çekim yerine seyircide merak uyandırarak başlar; bilinmeyen bir yerde ve insanlarla. Merak duygusuyla başlayan filmlerde seyirci, yönetmenin azar azar bilgilendirmesiyle karakterler, mekan ve bunların birbiriyle ilişkisi hakkında bilgi sahibi olur.

Bunun dışında ise, anlatıların egemen ideoloji yanlısı ve tutucu olmaları yönünde de kapalılığı söz konusudur. Geleneksel ve popüler anlatılar daha çok kapalı bir yapı gösterirler ve varolan egemen söylemin sürmesine katkı sağlarlar. Akın’ın filmlerinde ise ideolojik bir yaklaşım, bir şey söyleme ve kabul ettirme çabası ya da tek bir doğru yoktur. Şartların, zamanın ve kişilerin doğruları vardır, diğer bir deyişle filmlerinde modernizmin dayattığı homojenlik, tek düzelik, mutlak gerçek ve kimliğe rastlanmaz.

Fatih Akın sineması olarak bakıldığında, zamansal ve nedensel olarak birbiriyle bağlantılı olayların temsili söz konusudur. Bu bağlamda filmler klasik anlatı özelliklerine sıkı sıkıya bağlıdırlar. Filmlerinde var olan bir dengenin değişmesi ve gelişen olaylar ile birlikte yeni bir dengenin oluşmasına tanık olunur. Bununla birlikte Akın’ın filmleri Kısa ve Acısız, Solino ve Duvara Karşı açık uçla sona ererler ve seyirciyi soru işaretleri ve olasılıklarla baş başa bırakırlar.

diğer anlatı özellikleri…

Filmlerinin diğer anlatı özellikleri, zamanın doğrusal olarak ilerlemesidir. Solino ve Temmuzda filmleri geri dönüşle başlamasına rağmen, filmler doğrusal bir zaman çizgisi takip eder. Bir diğer anlatı özelliği ise filmlerin olay örgülerinin paralel biçimde kurgulanmasıdır. Kısa ve Acısız’da ana karakterlerin yavaş yavaş suça ve kendi sonlarına yaklaşmaları, Cebrail ile Alice yakınlaşırken, Cebrail ile Costa’nın arasının açılması paralel bir anlatıyla verilir. Temmuzda’da Daniel’in değişim süreci yolculukla paralel olarak anlatılırken, Solino’da kardeşlerin birbirlerinden uzaklaşmaları ve farklı hayatlar kurmaları paralel olarak anlatılır. Duvara Karşı’da ise Cahit ve Sibel’in birbirlerinden ayrı olarak özel hayatlarında yaşadıkları ve bu süreçte birbirleriyle yakınlaşmaları paralel olarak anlatılır.

İdeolojik açıdan bakıldığında ise Fatih Akın sineması olarak anlatının kapalılığından söz etmek mümkün değildir. Sinemanın kimlik oluşturma üzerindeki etkisi göz önüne alınırsa, Akın’ın sunduğu, kendi kimliği gibi olan, “Avrupa’nın melez yeni kimlikleri”nin kurulması ayrı bir önem taşır. Yönetmenin, egemen Alman ulusalcı ve ayrımcı söyleminin karşısında bir tavrı söz konusudur. Etnik ayrımları göz ardı ederek herkesi bir potada toplama başarısını gösterir, bir başka deyişle bireyleri sadece insan olarak sunmayı başarır. Tüm filmlerinde karakterlerin değişik etnik kökenden olması ve bu karakterlerin toplumla sorununun göçmenlik ekseninde olmayışı ulusal sınırlılıkları aştığının bir göstergesidir.

Öykü ve Söylem

Fatih Akın sineması konusunda Akın’ın filmlerinde öykülerin popüler anlatılar gibi, başı, ortası ve sonu bellidir ve öyküler karakterler üzerinden anlatılır, bu kişilerin yaşamları öyküyü oluşturur. Bu bağlamda daha çok kişiye dayanan anlatılardan söz etmek mümkündür.

Filmlerde doğrusal anlatımın yanı sıra Temmuzda’da ve Solino’da geriye dönüşle hikaye anlatılır. “Bu tür düz kronolojik düzenden sapmaların genel adına anakronik anlatılar adı verilir. Bu tür anlatılar, şu ya da bu biçimde önemli bir olayla-in medias res (Latincede olayların/nesnelerin ortasında anlamına gelen) başlar ve sonra geriye doğru analepsis (gerileme) ya da daha seyrek olarak ileriye doğru prolepsis (önceleme) gider…

Söylem anlatının nasıl kurulduğuyla ilgili bir kavramdır ve öykünün söylem tarafından iyi aktarılması gerekir. Örneğin Temmuzda doğada, geniş alanda, doğal ve parlak ışıkta yapılan çekimleriyle yolculuğun verdiği özgürlük hissini beslerken, Duvara Karşı filmi iki bölümden oluşur; ilk bölüm Hamburg’da geçen hafif bir kara komedi ve ikinci bölüm İstanbul’da geçen bir trajedi olarak tanımlanabilir.

Fatih Akın ve yabancılaşma…

Akın’ın kullandığı en önemli anlatı özelliklerinden biri de yabancılaştırmadır. Brecht’ten hareketle yabancılaştırma olgusu, anlatıyı Aristoteles biçimi dramadan uzaklaştırarak, bilincin yani aklın yolunu üretken bir biçimde açmak için kullanılan tekniklerin tümüdür. “Bir olayı ya da karakteri yabancılaştırmak demek, onu öncelikle, kendiliğinden-anlaşılırlığından, tanınırlığından, görünür şeklinden uzaklaştırıp, şaşkınlık ve merak uyandıracak bir duruma sokmaktır.”

Yabancılaştırma sinemada egemen söylemin kırılması için önemli bir araçtır. En basitinden, popüler ya da ana akım sinemada kurgu izlenenin bir yapıntı olacağını gizleyecek şekilde yapılır ve filme olabildiğince gerçeklikmiş gibilik hissi verilir. Burada amaç seyirciyi filme hapsedip verilen her şeyi sorgulamadan almasını sağlamaktır, ne de olsa gerçeklik vardır perdede.

Donmuş çerçeveler, yavaş ya da hızlı hareket, tekrar eden çekimler, farklı kamera hareketleri ve açıları, kendini fark ettiren kurgu, parlak ve renkli ışıklar (sokaklar, lunaparklar, gece klüpleri) ve uzun klipvari sahnelerden bir kısmı ve kimi zaman hepsi, filmlerde karşılaşılan biçimsel özelliklerdir ve anlatıyı gerçekmiş gibilikten uzaklaştırırlar, hatta kimi zaman Temmuzda’da olduğu gibi gerçeküstü bir yöne çekerler.

sembolik anlatımlar…

Sembolik anlatımlar da Fatih Akın sineması konusunda filmlerinde önemli bir yer tutar. Örneğin Kısa ve Acısız’da Cebrail’e hapisaneden çıktıktan sonra Alice tarafından verilen şans tılsımı olduğu söylenen kolye, Cebrail’in boynundan çıktığı noktada tüm şanssızlıkları da beraberinde getirir. Kolye gibi güneş figürü de sembolik anlam taşır. Güneş doğuyu ve Cebrail’in hayallerini simgelerken, Alice’in elinde güneş şeklindeki kolyeyi gördüğümüz anda Cebrail’in ona geldiğini anlarız.

Fatih Akın sineması konusunda filmlerinin hepsi sıcak, samimi ve duygu yüklüdür. Solino’yu “fazla” duygusal bulan Almanlar’a yönetmenin yanıtı şöyledir. “Almanya’da Solino’ya yapılan en büyük eleştiri, filmin çok duygulu bir film olmasıydı; yani Solino’da aşırı duygu varmış. Film daha çok bu yönüyle eleştirildi ve bu eleştiriler beni çok üzdü; çünkü duygusuz hiçbir şey olmaz, duygusuz sanat olmaz.”

Karakterler

Solino dışındaki filmlerdeki karakterlerin hepsi Almanya doğumlu, Alman vatandaşlarıdır. Bu karakterler toplumla değil kendileriyle sorunları olan ve hayatlarının gidişatıyla örtüşmeyen beklentilere sahiptirler. Çoğu diaspora filminde karşılaştığımız gibi dil sorunu çeken, itilmiş, yalnız ya da yabancılaşmış karakterler değillerdir. Filmlerdeki karakterlerin birleştiği önemli bir nokta hayatlarını değiştirmeye duydukları özlemdir. Kısa ve Acısız’da Cebrail Almanya’yı terketmek, Türkiye’ye dönmek ister; başka, daha iyi bir hayatın özlemini duyar. Temmuzda’da Daniel sıkıcı hayatından kurtulmak, aklına geleni özgürce yapmak ister. Solino’da İtalyan baba daha iyi bir hayat için Almanya’ya göç etmek ister. Duvara Karşı’da da Sibel daha özgür ve başka bir hayatı özlerken, filmin sonunda Cahit de başka bir yaşam için yola çıkar.

diğer karakter noktaları…

Karakterlerin bir diğer ortak noktaları ise çıktıkları kişisel yolculuklardır. Filmlerdeki kadın karakterlerin de ortak noktaları dikkat çekicidir. Akın filmlerinde bağımsız ruhlu ve güçlü kadınlar karşımıza çıkar. Erkek karakterler ise zayıf yönleriyle dikkat çekerler. Duvara Karşı’da ise hayattan umudunu kesmiş, alkolik, mutsuz, doğru dürüst bir işi olmayan ve kendine yabancılaşmış bir karakter olan Cahit çıkar karşımıza. Arabasıyla duvara çarpması sonucu kaldırıldığı rehabilitasyon merkezinde doktor ona soyadı olan Tomruk’un ne anlama geldiğini sorduğunda Cahit camdan dışarı ağaçlara bakarak soyadının anlamını bilmediğini söyler. Kendine ve hayata karşı yabancılaşmış olan Cahit’in film boyunca dönüşümüne tanık oluruz. Öyle ki filmin sonunda hem sevdiği kadının peşinden Türkiye’ye gelir, hem de köklerini bulmak ve bir anlamda kendini tanımak için Mersin’e doğru yola çıkar.

Ana karakterlerin birleştiği bir diğer nokta uyuşturucu kullanmalarıdır. Kısa ve Acısız’da Cebrail, Bobby ve Costa film izlerken; Temmuzda’da Daniel ve Juli yolculuk ederken; Solino’da Gigi ve Giancarlo büyüdüklerinde pek çok fırsatta marihuana içerken görünürler. Duvara Karşı’da ise Cahit ve Sibel hem düğünlerinde hem de daha sonra evlerinde kokain kullanırken görünürler. Marihuana kullanımı Yeşilçam filmlerinde yansız verilmez, tersine bunun büyük bir felaket olarak yansıtıldığını görürüz. Genel olarak Avrupa filmlerinde ise özellikle marihuana alkol gibi sıradan bir şey gibi gösterilir. Fatih Akın sineması konusunda uyuşturucu bağımlılık ya da kullananın sonunu getiren bir unsur olarak değil, alkol gibi keyif alınan bir unsur olarak karşımıza çıkar. Bu bağlamda yönetmen yargılayıcı ya da ahlakçı bir tutum sergilemekten son derece uzaktır.

Mekanlar

Fatih Akın sineması konusunda Akın’ın mekan kullanımı filmlerinin karakteristiğini oluşturan önemli bir unsurdur. Fatih Akın sineması konusunda filmlerinin anlatı yapısı, mekanları ve karakterleri arasında son derece sıkı bir ilişki bulunur. Anlatıyı kuvvetlendiren ve anlatıda aktif rol alan mekanlar karakterlerle karşılıklı ilişki içinde bulunur. Kısa ve Acısız Akın’ın da mahallesi olan Hamburg’un Altona’sında geçer. Film net olmayan sokak kavgası görüntüleriyle başlar. Bu bir anlamda filmin çoğunluğunun geçeceği sokakları önceden haber verici niteliktedir.

Temalar

Akın’ın filmlerinin temaları evrenseldir ve tekrarlanan temalar sözkonusudur. Genel olarak Fatih Akın sineması konusunda karakterler, birtakım fikirler- insan ilişkilerinin karmaşıklığı, insan doğası- temayı belirler. En önemli tekrarlanan tema yolculuk temasıdır. Yolculuk ya gerçek ya da metaforik olarak, hatta ikisi bir arada karşımıza çıkar. Önceden belirtildiği gibi yolculuklar diaspora sinemasının vazgeçilmez temaları arasında yer alır. Yolculuklar çoğu zaman çok katmanlı ve karakter değişimini sağlayan cinstendir. Kısa ve Acısız’da Cebrail Türkiye’ye gitmenin özlemini duyar. Ancak bu başlangıçta eve dönüş özlemi iken, mafya babasını öldürmesinden sonra mecburi bir kaçışa dönüşür. Temmuzda’da Daniel hem gerçek aşkı bulmak için yolculuğa çıkar hem de bu yolculukta kendini bulur. Bu bağlamda Daniel’in yolculuğu gerçek ve metaforik olanı birleştirir.

Bu yazımızdan keyif aldıysan SinePlus Akademi yeni dönem Film Analizi Kurslarına katılabilir, filmleri izlemenin ötesine geçip onları okuyabilirsin.

Bilgi ve Kayıt için: Tıkla…

duvara karşı, fatih akın, Fatih Akın filmleri, Fatih Akın sineması, solino, Temmuz'da, yaşamın kıyısında


sineplus

BURASI MUTLU YÜZLER AKADEMİSİ; EN İYİSİNİ YAPANLAR MERKEZİ...

Bir yanıt yazın

Lalegül Sokak No:7 Levent Elmas Studio D:1 4.Levent/Kağıthane/İstanbul
0540 456 78 78 | info@sineplusakademi.com

Sitemizde 128 bit güvenlik ve iyzico altyapısıyla güvenle alışveriş yapabilirsiniz.
Her Hakkı Saklıdır © 2022 - SinePlus Prodüksiyon ve Eğitim Hizm. Tic. Ltd. Şti.-Sevgi ve Gözyaşıyla Üretildi.
Whatsapp'dan Ulaş
1
Bize Hemen Ulaşın?
Scan the code
Merhaba 👋
Size yardım edebilir miyiz?